‘Yakın geçmişte yaşanan karanlığı tekrar hatırlatmak istedim’

Ümran Avcı – Öykü kitapları ile Haldun Taner, Fakir Baykurt gibi en prestijli ödüllerin sahibi olan Polat Özlüoğlu, bu kez “Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar” romanı ile okurlarının karşısına çıktı. Romanın kahramanı Meşhur Kara… 12 Eylül cuntasının işkence tezgâhında hem saçlarını hem de ruhunu bırakmış bir devrimci. Yetimhane yurdunda büyümüş, oranın müdürü Mü.’yü kendine anne bilmiş bir kadın. Dört dil biliyor. Cezaevinden çıktıktan sonra bir perukçu dükkânını işletiyor. Kendisi de saçsız başına her gün bir başka renk peruk takıyor. Bir yandan da çevirmenlik yapıyor Meşhur. 13 kitaptan oluşan işkence külliyatı ile edebiyat dünyasının ilgisini çekiyor. Ancak hiçbir şekilde ortaya çıkmıyor. Gördüğü işkencenin izlerini bedeninden ve ruhundan atamayan Meşhur gönüllü bir yalnızlığa mahkûm ediyor kendini. İşkenceci ile aynı havayı soluma ihtimaliyle diken üstünde yaşıyor. Bir gün dükkânına yaşlı bir adam ve torunu Elmas geliyor. Gördüğü tedavi yüzünden saçları dökülen gencecik kıza peruk bakıyorlar. Meşhur, yaşlı adamın sesini duyduğu an bir şüphenin kucağına yuvarlanıyor. Hikâye de böyle başlıyor…

Bol ödüllü öykü kitaplarınızdan sonra 12 Eylül dönemini hikâye ettiğiniz romanla geldiniz… 

Aslında devrimci bir kadının hayata tutunma hikâyesi olarak adlandırmayı tercih ediyorum. 12 Eylül bu şiddetin sadece bizim şahit olduğumuz, bildiğimiz ve yaşayıp deneyimlediğimiz tarafı. İnsanlar, özellikle şiddet mağdurları bu acı ortaklıkta buluşuyor. Çünkü romanda da geçtiği gibi yapılan işkence yöntemleri bile aynı, açılan yaralar, kırılan kemikler aynı, faillerin yüzleri, elleri, gülüşleri bile birbirine benziyor ve bu şiddete maruz kalan mağdurlar da bir zaman sonra birbirini andırıyor. Duygudan, ruhtan ibaret değil, sadece acıdan bir et yığınına evrilmeleri sağlanıyor. Sonuç olarak darbenin ağırlığını yaşamış, sağ çıkmış, mücadele etmiş ve savaşmış bir kadının direnişine ve hayata karışma, biraz da karışamama hikâyesine odaklanıyoruz. Meşhur’un kalbine misafir oluyoruz. 

İşkence sahneleri çok sarsıcı. Okurken nefeslendim çoğu zaman. Siz yazarken nasıl başa çıktınız?  

Doğruyu söylemek gerekirse işkence sahneleri çok zorlayıcıydı. Mağdurun değil de failin ağzından aktarmak o fiilleri kolay değildi. O insanın kafasının içine girmek, onun gibi düşünmeyi, bakmayı, konuşmayı hayal etmek bu zamana kadar yaptığım en uç ve sarsıcı deneyimlerden biriydi bir yazar ve insan olarak. Sonuçta hiç karşılaşmadığım bir insan türü, kötülüğü bile isteğe, bir emir komuta zincirinin arkasına sığınarak yapan bir adam söz konusu. Kısa cümlelerle, basit kelimelerle sanki bir yemeği tarif eder gibi ya da bir ameliyatı anlatır gibi soğukkanlı ve zalimce yaptıklarını aktarması ve bunu gerçekleştirirken bir yandan da kendi hayatına dair bazı şeyleri düşünmesi, hayal etmesi aklımın sınırlarını zorlayan zamanlardı. Yazar olarak en esaslı amaçlarımdan biri zaten okuru rahatsız etmek, huzursuzluğa sürüklemek, tokat atmak. Yakın geçmişte yaşanan bu karanlığı tekrar hatırlatmak istedim. Nasıl yazarken ben zorlandıysam okur da zorlansın istedim açıkçası.

Romandaki dişil dil ve kadın yaşamına yönelik detayları özenle kaleme alıyorsunuz… 

Ataerkil toplum yapısında doğuştan sahip olduğumuz, kucağında büyüdüğümüz annelerin, kadınların dili olan dişil dil maalesef sokağa çıktığımızda, okula başladığımızda ve büyüdüğümüzde kaybolur usulca. Çocukken sahip olduğum o dilin peşine düşüyorum yazarken. İçimdeki kızları, kadınları uyandırıyorum tıpkı Meşhur gibi. Yazarın cinsiyeti olmadığını düşünüyorum, o yüzden yazarken tüm sınırlamalardan, kalıplardan, kapanlardan, önyargılardan kendimi azade tutmaya çalışıyorum. Erkek egemen akıldan kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Bir yazar olarak cinsiyetsiz olduğumu düşünüyorum. Karakterin bu kadar gerçekçi, soluk alıp veren, etten kemikten bir kadın olmasının sebeplerinden biri çokça çalışmak ve biraz da kan, ter ve gözyaşıdır. 

Günümüzde eserler bir ticari ürün hâline geldi

Roman içindeki kitaplar için ayrı bir başlık açmak lazım. Sanatın ki buna kitaplar da dahil tüccar mantığına teslim oluşuna yönelik bir itiraz var… 

Hepimizin şikâyet ettiği ve hemfikir olduğu görüşlerden biri değil mi? Sanat eserinin bir meta, ticari bir ürün olarak paketlenip pazarlanabilir olması meselesi beni çokça düşündürüyor. Tüccar mantığı ile eserden önce ressamın ya da yazarın pazarlanması, tıpkı bir paket makarna gibi satışa çıkması tuhaf hatta ürkütücü geliyor. Bütün sanat dallarında böyle değil mi? Bu asrın en büyük dilemması sanatçı mı, sanat eseri mi tartışması zannımca. Özellikle edebiyat camiasında çokça karşılaştığımız yazar diyemeyeceğimiz insanların ürettiği şeyler, eser demeye dilim varmıyor, büyük reklam kampanyalarıyla, pazarlama stratejileri ile çarşaf çarşaf tanıtımlarla işgal ediyorlar hem zihinlerimizi hem rafları hem edebiyat mecralarını. Ortalama ve vasat bir okur güruhu yaratılmaya çalışılıyor yıllardan beri. Bu durum sadece edebiyata dair değil; resim, tiyatro ve müzik gibi dallarda da mevcut. Hâlâ neden 1980’lerde ya da 1990’larda piyasaya çıkan şarkıları dinliyoruz? Neden hâlâ 1950 kuşağı yazarlarını, şairlerini okuyoruz? Günümüzde yazarlık bir imaj, eserler bir ticari ürün hâline geldiği için olmasın? Yazmanın hazzından, okumanın keyfinden bahseden çok az insan kaldı. Üzücü elbette ama geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. Zaman kimin ayakta kalacağını gösterecektir. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir